28 Mayıs 2009 Perşembe

Dünyanın Yeni Efendileri (The New Rulers of the World) / John Pilger



Kitap hakkında:
Irak’a yönelik ikinci bir savaşın başladığı şu günlerde Avustralyalı savaş muhabiri ve gazeteci-yazar John Pilger tarafından kaleme alınan bu kitapta ABD ve İngiltere’nin başını çektiği
Küresel yağmacılığın gerçek yüzü acı örneklerle ortaya konuluyor.
“Dünyanın Yeni Efendileri” olarak görülen ABD ve İngiltere’nin Endonezya, Irak ve Afganistan’da yaptığı tahribat akıllara durgunluk verecek nitelikte.
John Pilger’in Küresel Yağmacı devletlerin Dünya Bankası ve IMF aracılığıyla ülkeleri nasıl esir duruma düşürdüğünü, Saddam ve Suharto’nun nasıl desteklendiğini ve halkın alın terinin nasıl hortumlandığını anlattığı kitabı Türkçe’de.
“Dünyanın Yeni Efendileri: Küresel Yağmacılığın Gerçek Yüzü” isimli kitapta özellikle Irak’ta yaşananların yer aldığı bölümdeki gerçekler yürek yakıyor. “Bedel Ödemek” başlıklı bölümde Irak’ta değil kitle silahları 12 yıldır devam eden ambargo sebebiyle insanların kendilerin savunmak için normal silah elde etmelerinin bile imkansız hale getirildiği vurgulanıyor.
Birinci Körfez savaşından sonra konulan çağdışı ambargo ile birlikte Irak’ın dünya ile bağlantısının kesildiği, savaş boyunca ABD ve İngiltere’nin
zayıflatılmış uranyum kullanılan bombalarla ülkeyi zaten yok ettiği ve halkın büyük bir bölümünün uranyum sebebiyle kansere yakalandığı vurgulanıyor. Uygulanan ambargo nedeniyle ülkeye ilaç girmediği, tifo, dizanteri, kanser gibi hastalıkların tedavisinde kullanılan ilaçların dahi “Dünyanın Efendileri” tarafından “söz konusu ilaçlar kitle imha silah üretiminde kullanılır” iddiasıyla Irak’a gönderilmesine yasak getirildiği ifade ediliyor. Dünyanın önde gelen yayın organları arasında yer alan The Guardian, The İndependent, The New Yort Times, The Los Angeles Times, Associate Television ve Reuter gibi gazete, televizyon, dergi ve haber ajanslarından çalışan Avustralyalı bir gazeteci “küresel yağmacı” olarak kabul edilen ABD ve İngiltere’nin maskesini düşünen bir kitaba imza attı. Birleşmiş Milletler Medya Ödülü’ne layık görülen ve çalışmalarını Londra’da yürüten Avustralyalı savaş muhabiri ve gazeteci-yazar John Pilger, Türkçeye çevrilen “Dünyanın Yeni Efendileri” adlı kitabında “Küresel Yağmacılığın gerçek yüzünü” ortaya koyuyor.
(kaynak: www.timas.com.tr)

Kültürlerin Uzlaşması (Der Suzammenleben der Kulturen) / Harald Muller


Kitap hakkında:

Samuel P. Huntington’un Medeniyetler Çatışması tezini sanırım artık duymayan kalmamıştır. Huntington’un tezine göre ilk savaşlar krallar arasında oldu. Sonrasında milletler arasında savaşlar başladı. Milletler mücadelesi yerini ideolojiler mücadelesine bıraktı. Gelecekte yaşanacak mücadele ise özellikle Batı ile Müslümanlar arasında olacak. Medeniyetler çatışması global politikaya hakim olacak. Dünya Batı, Konfüçyüs, Japon, İslam, Hint, Sılav-Ortodoks, Latin Amerika ve Afrika medeniyetleri arasındaki etkileşimle şekillenecek. Huntington’un bu tezi bütün dünyada olduğu gibi ülkemizde de geniş bir taraftar kitlesi buldu. Özellikle 11 Eylül hadisesinden sona tezlerinin doğruluğuna olan güvenleri daha da pekişen Huntington ve taraftarları İslam’ı Batı’nın karşısına bir düşman olarak yerleştirdiler. Bir uluslar arası ilişkiler profesörü ve Avrupa'nın güvenlik politikası, silah kontrolü ve silahsızlanma konularında önde gelen isimlerinden biri, aynı zamanda 1999 yılından bu yana BM Genel Sekreteri'ne

silahsızlanma konularında danışmanlık yapan heyetin üyesi olan Harald Müller bu tezin karşıtlarından. Müller delilleri, neden ve sonuçlarıyla “Medeniyetler Çatışması tezine karşı çıkarken “Kültürlerin Uzlaşması” antitezinin de teorisyenliğini yapıyor. Müller’e göre medeniyetler çatışabilir evet, fakat bu çatışma doğanın bir şiddeti değil, insanlar tarafından meydana getirilen bir olgudur ve yine insanlar tarafından üstesinden gelinebilir. Müller kültürler çatışmasını önleyecek en büyük güç olarak “tanıma”yı öne sürüyor:
“Nasıl bir ilişkinin geçerli olacağı, etkili bir diyalog için önemlidir. Hakkında bir şeyler bilinen yabancı biraz daha az yabancıdır. Onunla diyalog kurmak kolaylaşır. Kiliseler diğer dünya dinleri ile konuşabilmeye hazır olduğu zaman daha çok şey yapabileceklerdir.”
Harald Müller’in “Kültürlerin Uzlaşması” adlı bu önemli tezi Almanya’da Fisher firması tarafından kitaplaştırılmıştı. Timaş yayınları dönemsel ihtiyacı da göz önünde bulundurarak eseri Türkçe’mize kazandırdı. Eserin yeni dünya düzeni konusunda kafa yoran herkes için ciddi bir kaynak olacağı kanaatindeyiz.

(kaynak: www.timas.com.tr)

Yayınevinin kitapla ilgili linki için tıklayınız.

Değişen Türkiye (a changing Turkey) / Heinz Kramer

Kitap hakkında:
ABD Başkanı Clinton, Avrupa’ya yaptığı son ziyaretinde Türkiye’nin Avrupa ile Orta
doğu ve Asya arasındaki konumuna atıfta bulunarak Türkiye’nin bölgenin gelecekte yeniden şekillendirilmesindeki önemine dikkat çekti. Aslına bakılırsa bu yeni birşey değildi. Türkiye
Soğuk Savaş döneminde Sovyetler’in Akdeniz ve Ortadoğu’ya yayılmasının engellenmesinde kilit rol oynamıştı. Fakat bunlardan daha önce Türkiye oldukça zorlu bir seyahate başlamıştı. 75 yıldan uzun bir süre önce yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti, batılı çağdaş toplumlar arasındaki yerini almak için yola çıkmıştı. Bu şekilde ülke kendisini Doğulu-İslami geçmişinden kopardı. O tarihten bu yana Atatürk’ün uğrunda mücadele verdiği davayı izliyor. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki dönemde bu çabalar Türkiye’nin Batı ittifakına katılma yolunda attığı adımlarla daha da pekişti. Soğuk Savaş’ın ardından Türkiye tarihinde ilk kez Kemalist devlet geleneğinin prensiplerini sorgulamaya başladı. Bununla birlikte yeni dış siyaset ve güvenlik politikası ihtiyaçları kendisini gösterdi. Bunlar da kaçınılmaz olarak halkı Türkiye’nin bölgedeki rolü üzerine geniş kapsamlı tartışmalara yöneltti. Bunların bir sonucu olarak Amerika ve Avrupa dış hatları belli belirsiz seçilebilen değişen bir Türkiye ile karşı karşıya kaldılar. Heinz Kramer işte bu değişimi etkileyen güçleri ve bunların Türkiye’nin Amerika ve Avrupa ile olan ilişkilerindeki etkisini irdeliyor. Esas olarak Atatürkçü geleneğe yönelik etnik ve dini itirazlar üzerine yoğunlaşıyor. Merkezi yönetimin karşısındaki başlıca engeller olan Kürt sorununun doğuşunu ve siyasal İslam’ın gelişimini mercek altına alıyor. Kramer’e göre liberal demokrat politikalar yeni bin yılın başlarında Türk siyaseti için daha istikrarlı bir ortam yaratabilir. Kramer aynı zamanda Sovyet imparatorluğunun dağılmasıyla birlikte Türkiye’nin önüne çıkan seçenekleri irdeliyor. Türkiye’nin Orta Asya Türk dünyası ile olan tarihi bağlarının günümüze yansımasını ve bununla birlikte Ortadoğu, Amerika ve geleneksel Avrupa ilişkilerini masaya yatırıyor. Bir Avrupalı olan Kramer’e göre Amerika ve Avrupa yakın dönemde bölgesel ve uluslararası ilişkilerde daha iddialı bir Türkiye portresini dikkate almak durumunda kalacaklar. Türkiye’ye yönelik müttefik politikalar devamlı ve üst düzey politik diyalog kurulması da dahil olmak üzere yeniden düzenlenmelidir. Kitabın hazırlanmasında yazara Türkiye’nin politik, idari ve eğitim kurumlarında son yirmi yılda önemli görevler almış uzmanlar, gazeteciler, eğitmenler vb. yardımcı olmuştur.
Kramer'in Türkçe Baskı İçin Kaleme Aldığı Önsöz
"Timaş Yayınları’nın kitabımın Türkçe baskısını yayınlama riskini aldığını duymak beni memnun etti. Türk siyaseti gibi hızlı değişen bir konuyu ele alan her kitap daha yayınlanmadan güncelliğini kaybetme tehlikesiyle karşı karşıyadır. 1999 yazında Amerika baskısı için kitabı bitirdiğimden bu yana yaşanan gelişmelere baktığımızda yukardaki tespitimin bu kitap için de haklılık payı taşıdığını görüyoruz. Bununla birlikte söz konusu gelişmelere daha geniş bir açıyla bakıldığında tam aksi bir tesbitte de bulunabiliriz. Kitabımın Türkçe baskısı doğru bir zamanlamayla sizlerle buluşuyor. Türk iç ve dış politikasında yaşanan son gelişmeler
analizlerimin temel dayanağını bir kez daha vurgular nitelikte: Türkiye’deki politik, ekonomik ve sosyal sürecin yapılandırılmış modeli nihai safhaya ulaştı. Ülkenin 21. yüzyılın meydan okumalarına karşı çıkabilmesi için radikal bir değişiklik sürecine girmesi zorunlu görünüyor.
Türkiye ancak ve ancak yönetilenlerle yönetenler arasında yeni bir sosyal mukavale yapıldıktan ve yeni bir politik modelin temelleri atıldıktan sonra sık sık atıfta bulunulan avantajlı jeo-stratejik konumunun getirdiği nimetlerden tam anlamıyla yararlanabilecektir.
Türkiye vakası ‘başarılı dış politika ülke içinde şekillenir’ sözüyle ifade edilen politik gerçeklik açısından mükemmel bir örnek teşkil ediyor. Hiçbir şey bunu Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne üye olması hadisesinden daha iyi ispatlayamaz. Avrupa Konseyi’nin Helsinki Zirvesi’nde Akdeniz’den Orta ve Doğu Avrupa’ya kadar uzanan coğrafyadaki on iki aday ülke arasında Türkiye’nin de bulunduğunu deklare etmesiyle Avrupa’nın kapıları hiç olmadığı kadar Türkiye’ye açıldı. 1964’deki Ankara Antlaşması’nın 28. maddesinde öngörülen belirsiz üyelik ihtimali artık somut bir politik taahhüte dönüşmüş durumda. Her ne kadar Avrupa kamuoyunun büyük bir bölümünde Türkiye’nin birliğe girmesine yönelik ciddi bir hoşnutsuzluk bulunsa dahi şimdi her şey, ağırlıklı olarak Türkiye’nin tam üyelik için Kopenhag Kriterleri’ni yerine getirme istekliliği ve becerisine kalmış durumda. İşte sorunun asıl çıkış noktası da burası: 1987’nin başından itibaren resmi başvurusunu yapan ve o tarihten bu yana üyeliğe giden yolu açması için Avrupa Birliğini’ni sıkıştıran Türkiye, Helsinki Zirvesi’nin ardından üyeliğin gerektirdiği ‘olmazsa olmaz’ koşulları kabul etmeye hazır olup olmadığına karar veremez bir görüntü sergilemeye başladı. Bu da şu gerçeğe işaret ediyor: Türk siyasi eliti her ne kadar aksi yönde garantiler verse de adaylık statüsünü kaldıracak zihinsel hazırlıkları yapmak için gereken adımları atmadı. Türkiye Avrupa’nın bir parçası olma yönündeki güçlü arzusuna rağmen Doğu-Batı bölünmüşlüğünün ortadan kalkmasından sonra Avrupa’da yaşanan çağdaş politik gelişmelere uyum sağlayamadı. Bu tespit Avrupa Birliği’nin geçmişte Türkiye’nin üyeliğine karşı takındığı belirsiz tavrın Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliğinin gereksinimlerine yönelik çekingenliğine sebep olduğu şeklinde bir mazeret ortaya atılmasında bile geçerliliğini koruyor.
Acquis Communautaire başvurusu üzerine hazırlanan Ulusal Program hakkındaki tartışmalar Türkiye’nin Acquis’i adapte etme yönünde birçok adım atmış olabileceğini ama Avrupa Birliği açısından istenilen anlamda Avrupalı olmadığını gösteriyor. Türk devlet elitinin çoğunluğu ulusun ve devletin toplum ve birey üzerindeki hakimiyetini kaldırmaya henüz hazır görünmüyor. Kumandalı demokratik gelişim halen liberal demokrasiye tercih ediliyor.
AB’nin ulusal egemenlik ilkesi yerine ikame ettiği paylaşılan egemenlik, kapalı toplum yerine açık toplum, kapalı sınırlar yerine birlik genelinde uygulanan adalet ve ortak değerler ve ne olursa olsun çözüm yaklaşımı yerine sorunların uluslararası işbirliğiyle çözümü gibi kavramlar, gelecek yüzyılın globalleşen dünyasının meydan okumalarına yönelik ümit vadeden yöntemler olmaktan ziyade, Türkiye’nin ulusal bütünlüğü ve güvenliğini hedef alan tehditler şeklinde algılanıyor. Bununla birlikte Türkiye, Kopenhag Kriterleri’nin kabul edilmesi ve uygulanmasının uygunluğuna yönelik kendi iç tartışmasında bir sonuca ulaşamadığı sürece üyeliğin önü tıkanmış kalacak. Türkiye’nin en önemli dış politika hedefinin hayata geçirilmesi ağırlıklı olarak bu konudaki radikal iç politik farklılıkların halledilmesine bağlı görünüyor. Diğer yandan bu, Helsinki kararına rağmen, AB-Türkiye ilişkilerinin geleceğinin her zamanki kadar belirsiz olduğu anlamına da geliyor. Sorunun bu kitapta da kısmen detaylarıyla incelenen temel unsurları halen önemlerini kaybetmiş değiller. Türkiye’nin AB üyeliğine karşı çıkan her iki taraftan muhafiflerin birbirlerinin argümanlarını destekleme eğilimi gösterdiği ölümcül süreç de sona ermedi.
Şu an Türkiye’de yaşanan gerçekten derin ekonomik ve siyasi krizin ileri aşamalardaki katılım görüşmelerine giden yolu açacak gerekli politik değişikliklerin yapılmasını sağlayacak bir çözülme yaratıp yaratmayacağını birlikte göreceğiz. Eğer bu krizin de bir şekilde bildik ‘à la Turca’ siyaset oyunundan bir sahne olduğu anlaşılırsa, Türkiye-AB ilişkilerindeki kilidi açmaya yönelik ihtimaller sönük kalacak.
Ve nihai olarak Türkiye ve AB açısından zaman tükenebilir. Çünkü asla sona ermeyen adaylık statüsü gelecek açısından pratik bir siyasi seçenek değil. Bu bağlamda ilişkilerin geliştirilmesi için bu kitapta ortaya konan alçakgönüllü politik tavsiyeler Helsinki Kararı’na rağmen geçerliliklerinden birşey kaybetmiş değiller."

(kaynak: www.timas.com.tr)